Güney Kore’den sözde ‘Yepyeni Bir Hayat’

”Yepyeni Bir Hayat” (Yeo-haeng-ja, 2009) bir neslin yabancılaşmasına otobiyografik bir bakışla değiniyor. Güney Koreli yönetmen Ounie Lecomte’un kendi çocukluk anılarından yola çıkarak yazıp yönettiği film, babası tarafından bir Katolik yetimhanesine bırakılan dokuz yaşındaki Jin-hee’nin trajik hikâyesini bir ilk filme göre ustaca bir dille beyaz perdeye aktarıyor.
Kore Savaşı sırasında Müslüman Türk askeri vasıtasıyla İslam’a yönelimin arttığı Güney Kore’de günümüzde 150.000’den fazla Müslümanın yaşadığı bilinmektedir. 1950’lerde hiçbir zorlama olmadan, gönül bağıyla İslamiyet’i kabul etmiş olmalarına rağmen, Hıristiyan misyonerler tarafından tehdit olarak görülen İslam’ın ülkede yayılması engellenmekte, camilerin yapımına karşı çıkılmakta ve neredeyse tüm özel okullar Hıristiyan kurumlar tarafından kurulmuşken ülkede Müslümanlara ait tek bir okul bulunmamaktadır. Durum böyle olunca, hakikate yönelmesi engellenmiş Güney Kore halkı küçük yaşta misyonerliğin ağında kendini kurtarma mücadelesi vermektedir.
“Yepyeni Bir Hayat” (Yeo-haeng-ja, 2009) altmış yıldır süregelen bu durumun mağduru bir neslin yabancılaşmasına otobiyografik bir bakışla değiniyor. Güney Koreli yönetmen Ounie Lecomte’un kendi çocukluk anılarından yola çıkarak yazıp yönettiği film, babası tarafından bir Katolik yetimhanesine bırakılan dokuz yaşındaki Jin-hee’nin trajik hikâyesini bir ilk filme göre ustaca bir dille beyaz perdeye aktarıyor. Film bütünüyle otobiyografik değil, fakat yönetmenin hayatından ve tanıklıklarından büyük izler taşıyor. Lecomte da tıpkı Jin-hee gibi küçük yaşta babaannesi ve amcası tarafından bir Katolik yetimhanesine verilmiş ve dokuz yaşındayken Protestan bir Fransız aile tarafından evlat edinilmiş. Bunu bildiğinizde filmin kurmaca ile otobiyografinin belirsiz sınırında seyreden hikâyesini Lecomte’un hikâyesi olarak görmeden edemiyorsunuz.
Misyonerliğe karşı direniş
Jin-hee yetimhaneye bırakıldığı andan itibaren yeni ortamına uyum sağlamamakta diretir. Seul yakınlarında bulunan bu yetimhane sıradan bir yetimhane değildir, Batılı bir eğitimin verildiği bir Katolik yetimhanesidir. Bahçede Meryem heykeli, duvarlarda haçlar, tahtada Kore alfabesi yerine Latin alfabesinden harfler, evlat edinilmek için can atan çocukların dilinde İngilizce sözler, kitabına uydurulmuş yabancı ilahiler, mutfakta ince dilimlerin aşırıldığı cheesecake’ler, kutularda “çok uzaklardan” gelmiş sarı saçlı oyuncak bebekler ve çocukların üzerinde birer emanet gibi duran giysiler… Yetimhanedeki herkesin Koreli olması dışında hemen her şey Batılıdır, Batı’yı yansıtır.
Sözde yeni bir hayatı emanet bir giysi gibi giymek istemez Jin-hee. Getirdiği pastadan kendine ikram edilen dilimi yemek istemediği gibi, üzerindeki giysiyi çıkarmak ve başka bir giysi giymek istemez. Bu onun kendisine dayatılan Batı kültürüne karşı ilk direnişidir. Yemek zamanı saatlerdir aç olmasına rağmen yemek yememekte de diretir, hatta ilk kez öfkeyle karşı gelerek tabakları yere atar; fakat uyum sağlamamakta direttiği ortamdan başka gidecek yeri yoktur, kapılar açıkken bile bir kaçış mümkün değildir. Kapılar açıkken bile kaçamamak, kaçacağı yeri olmamak geri döndürür onu. Bu zorunlu geri dönüş gururunu incitir, acıktığı zaman tencerenin dibini sıyırmak zorunda kalması da. Sadece yetimhaneye değil, yetimhanedeki Batı eğitimine ve Hıristiyanlığa da uyum sağlamak zorundadır. Ya değişime ayak uyduracak ya da yetimhanedeki diğer çocuklar gibi sadece bir numaradan (K-8208) ibaret kalacaktır.
Aslını gömen yabancılaşma
Yetimhanedeki çocuklar Batılı bir aile tarafından evlat edinilmek istiyorsa güzel görünmelidir. İngilizce öğrenmek zorunda değillerdir, fakat öğrenmezlerse Batılı ailelerle iletişim kurmakta, onlara kendilerini tanıtmakta güçlük çekecek ve ilerlemiş yaşına rağmen fiziksel engelinden ötürü evlat edinilmemiş olan Ye-shin gibi ancak bir hizmetçi olarak kullanılmak üzere kabul göreceklerdir. Ne var ki Jin-hee evlat edinmek için çocuklarla tanışmaya gelen sevecen Batılı çiftin (Filmde yetimhanedeki eğitimin hiçbir olumsuzluğu gösterilmediği gibi, Batılı ailelerin de hiçbir olumsuzluğu gösterilmez) sorduğu soruya cevap vermez, “çok uzaklardan” getirdikleri oyuncakları kabul etmez, kendisine hediye edilen oyuncak bebeği parçaladığı gibi başkasının bebeğini de parçalayarak öfkeyle tepkisini gösterir. İnce dilimlerle bütünü vadeden düzen, çocukları pastalarla, oyuncaklarla kandırmaya çalışmaktadır ve Jin-hee babasının onu yeni giysi ve pastayla kandırıp terk edişinden edindiği tecrübeyle tekrar kanmamakta ısrarlıdır.
Evlerinde artık başka bir ailenin oturduğunu, babasının başka bir yere taşındığını öğrendikten sonra ise babasının geri döneceğine dair umudunu tümden yitirir. Hıristiyanların mesihin dönüşünü bekledikleri gibi, o zamana kadar hep babasının dönüşünü beklemiştir. Çok geçmeden babanın yerini başka bir kahraman alacak ve Jin-hee öz kimliğini ritüelistik bir intihar sahnesiyle gömerek sözde yeni bir hayata gözlerini açacaktır. Herkesin kilisede olduğu sırada bir çukur kazıp kendini gömer. Ancak bir çocuğun aklından çıkacak trajikomik bir intihar sahnesidir bu.
Bir “yeniden doğuş” olarak da yorumlanabilecek bu sahnenin sonunda Jin-hee, diri diri kendini gömdüğü topraktan çıkar çıkmaz –film boyunca sırtından gördüğümüz– Meryem heykelinin yüzüyle karşılaşır ve sözde bir yeni hayata doğar. Filmin adı olan “yepyeni bir hayat” ile anlatılmak istenen Hıristiyanlığın “yeni hayat” benzetmesidir.
“Yepyeni Bir Hayat”, haklı bir direniş fakat olumlanmayacak bir boyun eğiş hikâyesidir aslında, fakat Jin-hee ve onun gibiler yabancılaşma deneyiminden geçerek yeni bir hayata erişmeyi başarmış kişiler olarak gösterilir. Oysa Jin-hee’nin bekleyişi, Hıristiyanların mesihi bekleyişiyle bir değildir, ezici güçlerin egemenliğinde kendisi olarak var olma çabasıdır. Ve bu çaba ne yazık ki boyun eğişle sonuçlanır. Film bu yenilgiyi her ne kadar kişisel bir zafer olarak taçlandırsa da!..
Onur Özgüner
dunyabizim.com